Boşanan Kadınların Bekleme Süresi’ne dair “Nurcan Bayraktar v. Türkiye Kararı” – Türkçe Çevirisi
NURCAN BAYRAKTAR v. TÜRKİYE DAVASI (Başvuru no: 27094/20)
KARAR
Madde 8 • Özel hayata saygı hakkı • Kadınların boşanmış olarak yeniden evlenmek istediklerinde yasal bekleme süresi olan 300 günü geçirmek için tıbbi bir muayene olmadan muaf tutulma talebini ulusal mahkemelerin reddi • Modern bir toplumda biyolojik babalığın belirlenmesi hedefi gerçekçi değil • Bir kadının hamile olup olmadığı sorusu, özel hayatının yakın bir şekilde ilişkilidir • Kadınların biyolojik özelliklerinin nedenleri, kadının fiziksel ve psikolojik gelişimi için önemini göz ardı eden geleneksel bir kadın cinselliği görüşünü yansıtır • İlgili ve yeterli nedenlerin yokluğu • Orantısız önlem
Madde 14 (+ Madde 12) • Evlenme hakkı • Dar takdir yetkisi • Olası bir çocuğun soy bağındaki belirsizlikleri önlemek amacıyla cinsiyete dayalı doğrudan ayrımcılık, objektif olarak gerekçelendirilemez veya gereksizdir
Madde 34 • Mağdur • Yalnızca boşanmış kadınlar kategorisine ait olmaktan kaynaklanan tartışmalı bekleme süresini düzenleyen yasal düzenlemelerin doğrudan etkisine maruz kalan ilgili kişi
STRASBOURG 27 Haziran 2023 Bu karar kesindir. Düzenleme açısından düzeltmelere tabi olabilir.
Nurcan Bayraktar v. Türkiye davasında,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (İkinci Bölüm), aşağıda adları belirtilen bir Daire olarak oturan: Arnfinn Bårdsen, Başkan, Jovan Ilievski, Pauliine Koskelo, Saadet Yüksel, Lorraine Schembri Orland, Frédéric Krenc, Davor Derenčinović, hakimler, ve Hasan Bakırcı, Bölüm Yazmanı,
27 Haziran 2020 tarihinde başvuran bu Devletin bir vatandaşı olan Bayan Nurcan Bayraktar (“başvuran”) tarafından, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi (“Sözleşme”) madde 34 uyarınca Mahkeme’ye sunulan başvuru (no. 27094/20) göz önüne alınarak,
Sözleşme’nin 6/1, 8, 12 ve 14. maddeleri uyarınca yapılan şikayetleri Türk Hükümeti’ne bildirme ve başvurunun geri kalan kısmını kabul edilemez ilan etme kararı göz önüne alınarak,
Tarafların sunduğu görüşleri göz önünde bulundurarak,
30 Mayıs 2023 tarihinde kapalı oturumda değerlendirildikten sonra,
Aşağıdaki kararı vermiştir, bu karar o tarihte kabul edilmiştir:
GİRİŞ
- Bu başvuru, başvuranın boşanmış kadınlar için medeni kanunun 132. maddesi gereği 300 günlük bekleme süresinden muaf tutulması talebine ulusal yetkililer tarafından yapılan reddi konu almaktadır. Başvuran, 8., 12. ve 14. maddeleri ihlal eden boşanmış kadınlara hamile olmadıklarını kanıtlamaları durumunda bekleme süresini gözetmek zorunda bırakmanın ayrımcılık ve özel ve aile hayatı ile evlenme haklarına yönelik bir ihlal teşkil ettiğini ileri sürmektedir.
DAVA KONUSU OLAYLAR
- Başvuran 1973 doğumlu olup İzmir’de ikamet etmektedir. Kendisini Avukat H. Yılmaz Kayar temsil etmiştir.
- Hükümet, Türkiye Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi Başkanı Sayın Hacı Ali Açıkgül tarafından temsil edilmiştir.
- Başvuran ve eşi hakkında Kadıköy Aile Mahkemesi’nin 19 Aralık 2012 tarihli kararıyla boşanmaya karar verildi. Yargıtay’ın 27 Kasım 2013 tarihli kararıyla, boşanma hükmünü içeren ilk derece mahkemesi kararı 21 Ocak 2014 tarihinde kesinleşti.
- Başvuran, 9 Temmuz 2014 tarihinde İstanbul Anadolu Aile Mahkemesi’ne ( “Aile Mahkemesi”) başvurarak, 132. madde gereği boşanmış kadınlar için öngörülen 300 günlük bekleme süresinin kendisi için kaldırılmasını ve hamile olmadığını kanıtlamak için tıbbi bir muayeneye tabi olmaktan muaf tutulmasını talep etti. Başvuran, anılan bekleme süresini öngören Medeni Kanunun 132. maddesinin cinsiyete dayalı ayrımcılık olduğunu, bu nedenle Anayasa’ya ve Türkiye’nin taraf olduğu birçok insan hakları ve kadına karşı ayrımcılıkla mücadele sözleşmesine aykırı olduğunu iddia ederek, davanın Anayasa Mahkemesi’ne anayasa yönünden incelenmek üzere gönderilmesini talep etti.
- 11 Temmuz 2014 tarihinde Aile Mahkemesi, başvurana hamile olup olmadığını belirlemek amacıyla bir hastaneden sağlık raporu temin etmesini ve bu raporu dosyaya sunmasını istedi. Aksi takdirde başvurunun prosedür nedeniyle reddedileceğini bildirdi. Ayrıca başvurulanın, Medeni Kanunun 132. maddesinin anayasaya aykırılık iddiasını gerekçesiz buldu ve reddetti.
- Başvuran, 22 Temmuz 2014 tarihinde Aile Mahkemesi’ne bir mektup göndererek, bahsi geçen sağlık raporunu temin etmeyeceğini belirtti. Mahkemenin bu talebini ve Medeni Kanunun 132. maddesini, Sözleşme’nin 8., 12. ve 14. maddelerine aykırı olduğunu iddia etti. Ayrıca Medeni Kanunun 132. maddesinin anayasa yönünden incelenmesi iddiasını yeniden gözden geçirmesini talep etti.
- Aile Mahkemesi, 19 Eylül 2014 tarihinde esas hakkında karar verdi. Başvurunun 300 günlük bekleme süresinin kaldırılması talebini prosedür nedenleriyle reddetti. Bu bağlamda, başvurana eski eşi dışında başka bir erkekle yeniden evlenmek istiyorsa hamile olmadığını kanıtlayan bir sağlık raporu temin etmesi gerektiğini, bunun için kendisine süre verildiğini ve başvuranın bahsi geçen raporu sunmayı reddederek bekleme süresinin koşulsuz olarak kaldırılmasını talep ettiğini belirtti. Ayrıca, Medeni Kanunun 132. maddesinin anayasaya aykırılık iddiasının yine geçerli olmadığı sonucuna vardı. Kararın gerekçesi şu şekildedir:
“Boşanmış bir kadının, eski eşi dışındaki biriyle evlenmek istemesi durumunda hamile olmadığını kanıtlayan bir sağlık raporu sunma zorunluluğunun, sadece kadının özgürlüğüyle ilgili olmadığı, aynı zamanda gelecekte doğacak potansiyel bir çocuğun özgürlüğü, durumu ve toplumdaki geleceğiyle ilgili olduğu sonucuna varılmıştır. Bu anlamda, bir kadının yeniden evlenmeye yetkili olabilmesi için sunması gereken hamile olmadığına dair sağlık raporu, kendisi ve olası doğacak çocuğu için bir güvence niteliği taşımaktadır ve olası gelecekteki filyasyon veya çocuğun soy bağının belirlenmesi gibi süreçlerle ilişkili olan bu tür prosedürler, ilgili kişiler için daha büyük sorunlar yaratmaktadır. Bu tür prosedürler, taraflar arasındaki DNA testleri ve tıbbi muayeneler ve birbirleri hakkında iddialarda bulunmaları nedeniyle [söz konusu rapordan] daha fazla incitici ve saldırgan olabilir ve kadın-erkek eşitliğini erdem ve haklar eşitliği olarak anlamanın mümkün olmadığı kabul edilmektedir (…), ancak doğum, annelik ve babalık gibi doğal özellikleri de ihmal eden bir eşitlik anlayışının kabul edilemeyeceği veya “neden erkeklerin bir muayene olmadan hamile olup olmadığı konusunda sorgulandığı” eşitliği savunan bir argümanın kabul edilemeyeceği anlaşılmıştır.
Ayrıca, mahkememiz, kadının potansiyel bir gebeliği açıklama zorunluluğuna tabi olmadığı iddiasını da desteklememektedir. Gerçekten de, bazı kurumların doğal durumların tespiti zorunluluğunun, bir eylemde yer alan, yani [bu durumda] evlenen kişiler ve doğacak çocuğun etkilenebileceği kişiler için önemli olduğu düşünülmektedir. Bir kişinin evlenmek istemesi durumunda medeni durumunu açıklamama veya medeni durumunun kontrol edilmesine onay vermeme isteğini normal göremediğimiz gibi, yasaklamaya ilişkin düzenlemenin de ilgili yasama organı tarafından, bu bağlamda evlenme sadece kadını değil, doğrudan ve daha fazla şekilde diğer birçok kişiyi etkileyebileceği için, uygun bulunması gerektiği kabul edilmelidir.”
- 6 Mayıs 2015 tarihinde, başvuranın temyiz başvurusu üzerine Yargıtay, aile mahkemesinin kararını prosedüre ve yasaya uygun buldu ve onayladı.
- Başvuran, bu karara karşı düzeltme başvurusu yaptı. 2 Aralık 2015 tarihinde, Yargıtay, bu başvuruyu, böyle bir başvuru için yasada öngörülen hiçbir gerekçeye uymadığı gerekçesiyle reddetti.
- 22 Ocak 2016 tarihinde, başvuran, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundu. Başvuran, boşanmış kadınlar için medeni bekleme süresi olan 300 günün cinsiyete dayalı bir ayrımcılık olduğunu ve bu konuda verilen kararların adil yargılanma hakkı, özel hayata saygı, evlilik ve etkili başvuru hakkı gibi haklarına zarar verdiğini iddia etti.
- 3 Nisan 2020 tarihinde, Anayasa Mahkemesi, başvuranın bireysel başvurusunu kabul edilemez olarak değerlendirdi. Mahkeme, özel hayata saygı ve eşitlik ilkesiyle ilgili iddialarının açıkça dayanaksız olduğunu, ilgili hak ve özgürlüklere müdahale olmadığını veya müdahale olsa bile bu hak ve özgürlüklerin ihlal edilmediğini belirtti. Adil yargılanma hakkının ihlal iddiasına gelince, bu iddianın maddi açıdan kabul edilemez olduğunu çünkü iddia edilen düzenlemenin anayasaya aykırılığıyla ilgili olduğunu ifade etti.
İLGİLİ İÇ HUKUK VE ULUSLARARASI YASAL ÇERÇEVE
İÇ MEVZUAT 13. Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesi (22 Kasım 2001 tarihli ve 4721 sayılı kanun, 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe girdi), “Kadının [bekleme] süresi” başlığı altında aşağıdaki şekilde yer almaktadır:
“Eğer evlilik sona ermişse, kadın evlilik sonundan itibaren üç yüz gün geçmeden başka biriyle evlenemez.
[Herhangi bir] doğum bu [bekleme] süresini sona erdirir.
Eğer kadının önceki evliliğinden hamile olmadığı veya evliliği sona eren eşlerin birbirleriyle yeniden evlenmek istedikleri [kanıtlanırsa], mahkeme bu süreyi kaldırır.”
- Türk Medeni Kanunu’nun 154. maddesi, “Bekleme süresinin ihlali” başlığı altında aşağıdaki şekildedir:
“Eşin bekleme süresi sona ermeden yapılan evlilik, geçerlilik açısından bir hüküm ifade etmez.”
- Türk Medeni Kanunu’nun 285. maddesi, “Baba olma varsayımı” başlığı altında aşağıdaki hükümleri içermektedir:
“Evlilik sırasında veya evliliğin sona erdiği tarihten itibaren üç yüz gün içinde doğan bir çocuğun babası koca olarak kabul edilir.
Anne’nin hamileliğinin evlilik sırasında başladığı kanıtlanırsa, çocuğun babalığı kocaya verilebilir.
Eşin yokluğu hâlinde, üç yüz günlük süre, eşin varsayılan ölüm tarihinden veya [onunla ilgili] en son haberlerin alındığı tarihten itibaren işlemeye başlar.”
- Baba olma itirazıyla ilgili olarak, Türk Medeni Kanunu’nun ilgili maddeleri aşağıdaki gibidir:
“Madde 286. Koca, babalık varsayımını yıkmak için bir tanınmama davası açabilir. Bu dava, anne ve çocuğa karşı yöneltilir.
Çocuğun da babalık itiraz davası açma hakkı vardır. Bu dava, anne ve kocaya karşı yöneltilir.
Madde 287. Eğer çocuk evlilik içinde [dünyaya gelmişse], davacının kocanın çocuğu olmadığını kanıtlaması gerekir.
En azından evlilikten en az 180 gün sonra ve evliliğin sona ermesinden en fazla 300 gün sonra doğan bir çocuk, evlilik içinde [dünyaya gelmiş] olarak kabul edilir.
Madde 288. Eğer çocuk, evlilik öncesi veya [ayrılık] döneminde [dünyaya gelmişse], davacının başka bir kanıt sunması gerekmez.
Ancak, kocanın eşle ilişkisi olduğuna dair ikna edici kanıtlar varsa, kocanın babalık varsayımı geçerli olmaya devam eder.
Madde 289. Koca, doğumun ve annenin başka bir adamla [ilişkisi olduğunun] ve kocanın babası olmadığının öğrenildiği tarihten itibaren bir yıl içinde dava açmakla yükümlüdür.
Çocuk, en geç reşit olma tarihinden itibaren bir yıl içinde dava açmalıdır.
Geçerli bir nedenle gecikme olduğunda, bir yıllık süre, bu nedenin ortadan kalktığı tarihten itibaren işlemeye başlar.
Madde 290. Evliliğin sona ermesinden itibaren üç yüz gün içinde bir çocuk doğarsa ve anne bu süre içinde yeniden evlenirse, ikinci koca babalık varsayılır.
Bu varsayım [çürütülürse], ilk koca çocuğun babası kabul edilir.”
- 2006/5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 26. maddesi, “Kadının bekleyiş süresinin başlangıcı” başlığını taşır ve aşağıdaki hükmü içerir:
“Kadının bekleyiş süresi, mahkeme kararının kesinleştiği tarihte başlar.”
- 10 Temmuz 1985 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilen “Evlilik Yönetmeliği”nin “Tanımlar” başlığı altındaki son maddesi, bekleyiş süresini aşağıdaki gibi tanımlar:”(…)i) Yasal bekleyiş süresi: (…) bir kadının evliliği sona erdikten sonra, kan karışıklığını önlemek amacıyla yeniden evlenemeyeceği üç yüz günlük süre.
(…)”
KADINLARA KARŞI TÜM AYRIMCILIKLARIN ORTADAN KALDIRILMASINA İLİŞKİN SÖZLEŞME
- Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 34/180 sayılı 18 Aralık 1979 tarihli kararıyla kabul edilen, 3 Eylül 1981 tarihinde yürürlüğe giren ve Türkiye tarafından 20 Aralık 1985 tarihinde onaylanan Kadınlara Karşı Tüm Ayrımcılıkların Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’nin ilgili maddelerinde aşağıdaki hükümler yer almaktadır:Birinci Madde”Bu Sözleşme’nin amacı, evlilik durumları ne olursa olsun, kadınların insan hakları ve temel özgürlüklerinin, erkek ve kadının eşitliği temelinde tanınması, kullanılması ve gerçekleştirilmesini tehlikeye atacak veya yok edecek şekilde etki eden cinsiyete dayalı her türlü ayrımı, dışlama veya kısıtlamayı kapsar ve siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve medeni alanlar veya diğer herhangi bir alanda gerçekleştirilen hakları içerir.”
İkinci Madde
“Devlet taraflar, kadınlara yönelik ayrımcılığı tüm biçimleriyle kınamaktadır ve kadınlara yönelik ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına yönelik politikaları her türlü uygun ve gecikmeksizin takip etmeyi kabul eder ve bu amaçla aşağıdakilere taahhütte bulunur:
a) İlgili değilse, anayasa veya diğer uygun yasal düzenlemelerinde erkeklerle kadınların eşitliği ilkesini kaydetmeli ve bu ilkenin etkin bir şekilde uygulanmasını yasal düzenlemeler veya diğer uygun yöntemlerle sağlamalıdır;
b) Kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığı yasaklayan, gerektiğinde yaptırımlar içeren uygun yasal ve diğer uygun önlemleri benimsemelidir;
c) Kadın haklarının erkeklerle eşit olarak yargısal korunmasını ve kadınların tüm ayrımcı eylemlere karşı etkin korunmasını, ilgili ulusal mahkemeler ve diğer kamu kurumları aracılığıyla sağlamalıdır;
d) Kadınlara yönelik herhangi bir ayrımcı eylemden kaçınmalı ve kamu otoritelerinin ve kamu kurumlarının bu yükümlülüğe uymasını sağlamalıdır;
e) Kadınlara yönelik ayrımcılığı gerçekleştiren herhangi bir kişi, örgüt veya şirkete karşı uygun önlemleri almalıdır;
f) Kadınlara yönelik ayrımcılık teşkil eden herhangi bir yasayı, düzenleyici düzenlemeyi, örf ve adetleri veya uygulamaları değiştirmek veya yürürlükten kaldırmak için uygun düzenlemeler dahil olmak üzere tüm uygun önlemleri almalıdır;
g) Kadınlara yönelik ayrımcılık teşkil eden tüm cezai hükümleri yürürlükten kaldırmalıdır.
(…)”
Beşinci Madde
“Devlet taraflar aşağıdaki hususlar için uygun önlemleri alır:
a) Kadın ve erkek arasındaki toplumsal ve kültürel davranış kalıplarını değiştirmek, bir cinsiyetin üstünlüğü veya aşağılığı fikrine dayanan önyargıları ve geleneksel veya diğer her türlü rol tabanlı uygulamaları ortadan kaldırmak için;
b) Aile eğitiminin, anneliğin bir toplumsal fonksiyon olduğu ve çocuklarını yetiştirmek ve geliştirmek için kadın ve erkeğin ortak sorumluluğunu anlamaya yardımcı olacak şekilde düzenlenmesini sağlamak; çocukların çıkarları tüm durumlarda öncelikli koşuldur.
(…)”
Onaltıncı Madde
“1. Devlet taraflar, evlilik kaynaklı tüm konularda ve aile ilişkilerinde kadınlara yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmak için uygun önlemleri alır ve özellikle erkek ve kadının eşitliği temelinde aşağıdakileri sağlar:
a) Evlenme hakkı eşitliği;
b) Serbest iradesiyle eşini seçme ve sadece kendi serbest ve tam rızasıyla evlenme hakkı;
c) Evlilik sırasında ve çözülme sürecinde aynı haklar ve sorumluluklar;
d) Çocuklarıyla ilgili konularda, evlilik durumları ne olursa olsun, aynı haklar ve sorumluluklar; tüm durumlarda çocukların çıkarları öncelikli düşünce olmalıdır;
e) Doğumların sayısı ve aralığının özgür ve bilinçli bir şekilde belirlenmesi ve bu hakları kullanmaları için gerekli bilgilere, eğitime ve olanaklara erişim hakkı;
f) Vesayet, kayyum, velayet ve çocukların evlat edinilmesi veya benzer kurumlarda, ulusal yasalarında bu kavramlar varsa, aynı haklar ve sorumluluklar; tüm durumlarda çocukların çıkarları öncelikli düşünce olmalıdır;
g) Kişisel haklarda, aile soyadı, meslek ve iş seçimi de dahil olmak üzere, eşlere eşit haklar;
h) Mal, edinme, yönetme, idare, kullanma ve tasarruf konularında, hem bedelsiz hem de karşılıklı olarak, her iki eşe eşit haklar.
- Nişan ve çocuk evliliklerinin yasal bir etkisi yoktur ve resmi bir kayda evlilik için asgari bir yaş belirlenmesi ve evliliğin zorunlu kaydedilmesi de dahil olmak üzere gerekli tüm önlemler alınır.
(…)
- 16 Ağustos 2010 tarihli Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi’nin Türkiye’ye ilişkin nihai gözlemleri aşağıdaki şekildedir:
“(…)
Aile İlişkileri
- Komite, 2002 yılında yapılan Medeni Kanun’daki mal rejimiyle ilgili değişikliklerin geriye dönük olmamasından kaynaklanan sorunlardan dolayı, söz konusu değişikliğin yürürlüğe girmesinden önce evlenen kadınların hala dezavantajlı durumda olduğundan endişe duymaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2004 yılındaki bir kararına rağmen, kadının sadece kızlık soyadını kullanmasına izin verildiği belirtilmesine rağmen, Komite, Medeni Kanun’un 187. maddesine göre evli kadınların sadece kocasının soyadıyla birlikte kızlık soyadını kullanabildiğini not etmektedir. Ayrıca Komite, boşanmadan sonra kadının yeniden evlenmesi için 300 gün beklemek zorunda olduğunu belirtmektedir.
- 2005 yılındaki önceki nihai gözlemlerine uygun olarak, Komite, 2002 yılında yapılan Medeni Kanun’daki mal rejimiyle ilgili değişikliğin geriye dönük etkilerini yeniden değerlendirmesini ve söz konusu değişikliğin 2002’den önce evlenen kadınları kapsayacak şekilde Medeni Kanun’a ilave bir değişiklik yapmayı düşünmesini önermektedir. Ayrıca Komite, evlilikten sonra kadınların soyadını koruması ve yeniden evlenmeden önce beklemeleri gereken süre gibi mevcut ayrımcı yasaları ve düzenlemeleri derhal gözden geçirerek değiştirmesi ve bunları Sözleşme’nin 2. ve 16. maddeleriyle tam uyumlu hale getirmesi konusunda Devlet tarafını şiddetle teşvik etmektedir.
(…)”
HÜKÜMETİN İLK İTİRAZLARI HAKKINDA
21. Hükümet, başvuranda ileri sürülen 8., 12. ve 14. maddeler temelindeki iddialarla ilgili olarak iki geçersizlik istisnası ileri sürmektedir: birincisi, mağdur niteliğinin yokluğu ve ikincisi, önemli bir zararın yokluğu. İlk istisna ile ilgili olarak, başvurucunun iç hukuki makamlara başvurduğu sırada muhtemel bir yeni evlilik planına ilişkin somut bir unsur sunmadığını ve o zamandan beri evlenmediğini belirtmektedir. Bu nedenle, başvurucunun tartışmalı bekleme süresinin hayatı üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu kanıtlayamadığını düşünmektedir. Başvurucunun, kendisinin 300 günlük bekletme süresinden doğrudan etkilenmediğine inandığı için mağdur niteliğine sahip olamayacağını savunmaktadır. Sonuç olarak, başvurunun temel amacının, bu tedbirin öngördüğü 132. madde ile Anayasa ve uluslararası sözleşmeler arasında iddia edilen bir uyumsuzluğu soyut bir şekilde ortaya çıkarmak olduğunu ve bu başvurunun bir actio popularis (“hukuk yargılamasında çözümlenecek suçlardan doğrudan doğruya zarar görenin değil de, zarar gören belediye, cemaat, dernek gibi birliğin her üyesi tarafından açılabilecek dava”) şeklinde yorumlanması gerektiğini iddia etmektedir.
- İkinci istisna ile ilgili olarak, Hükümet, başvurucunun boşanma kararının 21 Ocak 2014 tarihinde kesinleşmesinden sonra 9 Temmuz 2014 tarihinde iddet süresinin kendisi için kaldırılmasını talep ettiğini belirtmektedir. Başvurucunun iddet süresinin geriye kalan dört ayının kendisi için önemli bir dezavantaj yaratmış olduğunu yeterince ayrıntılı ve ikna edici bir şekilde açıklamadığını savunmaktadır. Bu nedenle, önemli bir zararın olmaması nedeniyle başvurunun geçersiz olduğunu ileri sürmektedir.
- Başvurucu, Hükümet tarafından ileri sürülen istisnalara itiraz etmektedir. Başvurucu, mevcut yasalara göre, boşandıktan sonra kendisine uygulanan iddet süresi sona ermeden veya kaldırılmadan yeniden evlenme konusunda hiçbir adım atamayacağını ve Hükümetin istisnalarını desteklemek için öne sürdüğü özel hayatla ilgili argümanların dikkati başka yöne çekmeyi amaçladığını belirtmektedir. Ayrıca, iddet süresinin sona ermeden önce yeniden evlenme hakkını kullanamadığı açıktır ve 132. maddenin Anayasa ve uluslararası sözleşmelere uyumsuz olduğunu belirtmesinin mağduriyet niteliğini ortadan kaldırmadığını ileri sürmektedir. Ayrıca, kendisinin belirli bir zarara uğradığını, kendisine uygulanan iddet süresinin kaldırılmasının tıbbi bir muayene şartına bağlı olduğunu ve bu nedenle bu dönemde yeniden evlenme sürecini başlatma hakkını kullanamadığını ifade etmektedir.
- Mahkeme, bir ihlal iddiasında bulunabilmek için, bir bireyin söz konusu önlemin doğrudan etkilerine maruz kalmış olması gerektiğini hatırlatır. Bu nedenle, Sözleşme, Sözleşme’de tanınan hakların yorumlanması amacıyla bir actio popularis başlatma olasılığını düşünmez; aynı şekilde, bireylerin, iç hukuk düzenlemesinin Sözleşmeyi ihlal ettiğini sadece doğrudan etkileri olmadığı sürece şikayet etmelerine izin vermez (Burden c. İngiltere [BM], no 13378/05, § 33, CEDH 2008 ve Tănase c. Moldova [BM], no 7/08, § 104, CEDH 2010). Bu nedenle, Sözleşme tarafından güvence altına alınan bir hakkın iddia edilen ihlaline bizzat etkilenen bir mağdurun varlığı, Sözleşme’nin koruma mekanizmasının uygulanması için zorunlu bir koşuldur, ancak bu kriterin sert ve esnek bir şekilde uygulanmaması gerekmektedir (Aksu c. Türkiye [BM], no 4149/04 ve 41029/04, §§ 50 ve 51, CEDH 2012 ve Bitenc c. Slovenya (karar), no 32963/02, 18 Mart 2008).
- Mahkeme, ayrıca mağdur kavramını, ulusal yasaların çıkar veya dava ehliyeti gibi içsel kavramlardan bağımsız olarak, bağımsız bir şekilde yorumlar (Sanles Sanles c. İspanya (karar), no 48335/99, CEDH 2000-XI), ancak başvuranın iç hukuk sürecinin tarafı olduğunu göz önünde bulundurmak zorundadır (Micallef c. Malta [BM], no 17056/06, § 48, CEDH 2009).
- Mahkeme, bireyin, bireysel icra eylemlerinin olmaması durumunda bir yasanın kendi haklarını ihlal ettiğini iddia edebileceğini ve dolayısıyla Madde 34’ün anlamında “mağdur” olarak nitelendirilebileceğini hatırlatır. Bu durumda, bir davayla karşılaşmamak için davranışını değiştirmek zorunda kalan veya yasaların doğrudan etkilerine maruz kalma riski olan bir kişi kategorisine ait olanlar söz konusu yasalara karşı mağdur olduklarını iddia edebilirler (Burden, yukarıda belirtildiği gibi, § 34, Norris c. İrlanda, 26 Ekim 1988, §§ 33 ve 34, Seri A No. 142, Dudgeon c. Birleşik Krallık, 22 Ekim 1981, § 41, Seri A No. 45, Marckx c. Belçika, 13 Haziran 1979, § 27, Seri A No. 31 ve Michaud c. Fransa, no 12323/11, § 51, CEDH 2012).
- Bu durumda, başvurucu, yerel yetkililere, boşandıktan sonra 300 günlük bekletme süresini beklemeksizin veya gebe olmadığını kanıtlamaksızın yeniden evlenmesine izin vermelerini talep etmiştir. Başvurucunun, olaylar sırasında bir evlilik planı olduğuna veya daha sonra evlilik yaptığına dair herhangi bir kanıt sunmadığı doğrudur. Bununla birlikte, başvurucunun talebini yaparken ciddi bir evlilik olasılığına sahip olup olmadığı konusunda spekülasyon yapmak Mahkeme’nin görevi değildir. Evlilik, özel hayata saygı hakkıyla sıkı bağlantıları olan bir konu olduğundan (Frasik c. Polonya, no 22933/02, § 90, CEDH 2010 (özetler); bkz. ayrıca, mutatis mutandis, Dadouch c. Malta, no 38816/07, §§ 47 ve 48, 20 Temmuz 2010), evlilik öncelikle bireyin özel yaşamının subjektif ve değişken koşullarında alınan tamamen kişisel bir karardır. Başvurucunun bekletme süresinin sona ermesinden sonra yeniden evlenmemiş olması da ilgili değildir.
- Mahkeme’ye göre, başvurucunun, Medeni Kanun’un 132. maddesi gereği bir bekletme süresine tabi tutulması ve bunun kaldırılması için yerel yetkililere özel bir prosedür başlatması ve bunun için hamile olmadığını kanıtlayan bir tıbbi rapor sunması gerekliliği, yalnızca boşanmış ve evlenebilen kadınlar kategorisine ait olması nedeniyle mağdur sıfatını kazandırmaktadır (Ternovszky c. Macaristan, no 67545/09, § 21, 14 Aralık 2010, mutatis mutandis (gerekli değişikliklerin yapılması şartıyla).
- Bu koşullarda, başvurucu, tartışmalı süreyi öngören yasal düzenlemenin doğrudan etkilerini doğrudan yaşamakta ve iddia ettiği ayrımcı muamele nedeniyle özel yaşama ve evlenme hakkı kapsamında mağdur olarak kabul edilebilir (bkz. mutatis mutandis, Vallianatos ve diğerleri c. Yunanistan [BŞ], nos. 29381/09 ve 32684/09, § 49, CEDH 2013 (özetler), Open Door ve Dublin Well Woman c. İrlanda, 29 Ekim 1992, § 44, Seri A No. 246‑A ve S.L. c. Avusturya (karar), no 45330/99, 22 Kasım 2001).
- Bu nedenle, Mahkeme, Hükümet tarafından ileri sürülen mağdur sıfatının bulunmaması istisnasını reddeder.
- İddia edilen önemli zararın bulunmamasına ilişkin ikinci istisna konusunda, Mahkeme, Hükümet’in başvurucunun talebini belirlenen sürenin sonundan dört ay önce, yani belirtilen 300 günlük bekleme süresinin sona ermesinden sadece dört ay kala yetkililere sunduğunu eleştirdiğini belirtir. Bu bağlamda, başvurucunun, bekleme süresinin sonuna sadece dört ay kalmışken başvuruyu sunma kararını verme zamanı hakkında spekülasyon yapmak Mahkeme’nin görevi değildir. Mahkeme, başvurucunun, bekleme süresinin kendisine verilmesiyle olası bir evlilik tarihi konusundaki özgürlüğünün kısıtlandığını ve bu durumun kesinlikle kişisel yaşamı için önemli bir etkiye sahip olduğunu göz önünde bulundurur (bkz. mutatis mutandis, Schmidt c. Letonya, no 22493/05, §§ 73-75, 27 Nisan 2017). Bu nedenle, bu istisna da reddedilmelidir.